Sanayi’de siteler yapılmadan evvel sitelerin yerinde yer yer tuğla ocakları vardı. 1968’de tuğla ocaklarının yerine siteler yapılmaya başlanınca tuğla ocakları bugünkü Tortum yolunun Oral Et Entegre Tesislerinin arka taraflarına, cezaevine doğru olan arazilere peyderpey taşındı.
Toprağın belli ölçüdeki kalıplarda pişirilerek taşlaştırıldığı alanlara “tuğla ocağı” dendiği gibi “tuğla harmanı” da denirdi.
İnsanoğlu tuğlayı ilk ne zaman kullandı, kesin bir şey söylemek güç. Mezopotamya bölgesinde Dicle ve Fırat nehirleri kıyısında yapılan kazılarda bulunan pişmemiş kil tabletler, MÖ 13. yüzyılı işaret etmektedir. Pişmiş tuğlanın endüstriyel anlamda ilk üretimi MÖ 4. yüzyıla, Babil Kulesi yapımına, denk tarihtedir. Tarihçiler, bu kulede 85 milyon adet tuğla kullanıldığını hesaplamışlardır. Anadolu’da Antik Yunan’dan, Doğu Roma’dan, Selçuklu ve Osmanlılardan kalan birçok yapıda tuğlanın kullanıldığını görüyoruz. Erzurum’da evler ne zamandan beri tuğlayla yapılmaya başlandı, bilemiyorum. Ancak şehrimin dünden bugüne yıkılan ve yapılan yapılarını dikkate aldığımda 1930’lardan itibaren taştan tuğlaya geçildiğini tahmin ediyorum. Şöyle ki hali vakti yerinde olanların yaşadığı eski Erzurum konakları kesme taştan, gecekondular ise daha çok derelerden, araziden toplanan taşlardan yapılırdı. Bu eğri büğrü ve farklı büyüklükteki taşların arasına duvarı tahkim etmek için küçük taşlar konurdu ki halk bunlara “moloz taş” veya “hıbar” derdi. Araziden toplanan taşlar hiçbir şekilde kesilmez, şekil verilmez, taşlar duvarın uygun bir yerine konur, ara boşluklar hıbarlarla doldurulurdu. Taşların arasındaki harç toprağınsamanla karılmasıyla yapılırdı.
Gecekondular dışında yapılan iki, üç veya dört katlı binaların duvarlarında harman tuğlası kullanılırdı. Bu tuğlalar öyle sağlam öyle dayanıklıydı ki Cumhuriyet dönemi birçok apartman beton kolonlar kullanılmadan yükselirdi, bu yapılara “yığma”, yapı sağlam bir temel üzerine kolonlara binerek yükseliyorsa buna “karkas” denirdi. Binanın evvela karkası yükselir, daha sonra kolonlar arası duvarlar ve bölmeler harman tuğlayla örülürdü. Evet, tuğlayı yan yana ve üst üste eldeki harçla yapıştırıp dizmeye “örmek” derdik; kadınların ilmik ilmik kazak, hırka, çorap örmesi gibi. Karkas yapılarda daha çok fabrika tuğlası tercih edilirdi.
Köyden şehre akan göçler apartmandan ziyade küçük bahçeli müstakil evlerle şehrin dışından, kenarlarından şehre çoğalarak yaklaşıyordu. Almancılar da iki, üç veya dört katlı apartmanlar dikiyordu ve hepsinin temel inşaat malzemesi tuğlaydı. Bu nedenle şehrin Palandöken eteklerinde ve bugünkü Sanayi Mahallesi’nin yerinde öbek öbek tuğla harmanları bulunmaktaydı. Tuğlaların pişirilmek amacıyla sıra sıra ve üst üste yığılmasıyla ortaya çıkan manzara Mısır’daki piramitleri andırıyordu. Şehrin dış mahallelerinde sık sık karşılaştığımız çok yüksek olmayan tuğladan minik piramitler…
Aşık Veysel “benim sadık yârim kara topraktır” dediğinde ölümü, ölüm sonrasını, vefayı ve mutlak hakikati teşbih diliyle ifade ediyordu belki ama yaşarken de toprak hayatımızı kuşatan en mühim unsurdur; ateş gibi, hava ve su gibi… Tarım dışında da toprak hayatımızda o kadar var ki… Topraktan yapılan kap kacak ve birbirinden farklı malzemeler hâlâ hayatımızı kolaylaştırmakta, zenginleştirmektedir. Toprağın, kilin pişirilmesiyle ev eşyası, mutfak ve kiler malzemesi gibi kerpiç, tuğla, kiremit, seramik, fayans ve cam gibi inşaat malzemeleri de üretilir, asırlardır.
Harman tuğlası, eskiden yapı sektöründe temel ihtiyaç malzemesiyken şimdi sanat ve estetik talebiyle üretilen lüks malzeme olarak kıymetli… Otuz kırk senedir harman tuğlasının yerini delikli, gözenekli, çıtkırıldım fabrika tuğlaları alınca harman tuğlası temin etmek iyice güçleşti.
Sanayi Mahallesi’nde çok sayıda tuğla harmanı/ocağı vardı. Evet boş arazilerde tuğla imalathanelerine o zamanlar toprağın savrulup elenmesi nedeniyle “harman” yahut toprağın kalıp kalıp ateşe verilmesinden mülhem “ocak” denirdi: tuğla harmanı, tuğla ocağı. Tuğla harmanlarının bir köşesinde; çalışan işçilerin gölgelenmesi, dinlenmesi, kıyafet değiştirmesi, bazılarının gecelemesi için birer kulübe/baraka/çardak bulunurdu ki bunlar dışında “tuğla harmanı” demek deli düzün ortası demekti. Tuğla harmanlarındaki barakalar, harmanların bir bir kapanmasıyla göçerlerin (çadırlar dışında) ilk gecekondusu oldu. Harmanlardaki barakaların bu göçerlerin yerleşik hayata geçmesinde veya ilçelerden göç eden ailelerin şehrin kenarından kıyısından tutunmasında önemli işlevleri olmuştur. Bu barakalar, barakalarınyanlarına daha sonra derme çatma yapılan eklemelerle bir iki ailenin yaşam olanı olmuş, gecekondulaşma bu barakaların etrafında peyderpey artmıştır. Tuğla harmanı yapacağı araziyi Milli Emlâk’tan kiralayan işletmeci, harmanı kapatacağı zaman bu barakalarıbarınma ihtiyacı olanlara kendince belirlediği bir bedelle satardı.
Sanayi Mahallesi’nin arazisi Erzurum sazlığının şehre doğru sıçramış lekeleriyle doludur sanki. Küçük sazlıklar, irili ufaklı gölcükler, yumuşak zemin… 1970’lerin sonu, 80’lerin hemen başı…
Bugünkü Opel servisinin 100-200 metre kadar yukarısına kadar her taraf arsa… Bizim dükkânların arkası…Ancak zemin engebeli, yumuşak, yayvan olup ve keskin olmayan çizgilere sahip minik tepecikler ve çukurlar… Çukurlarda yosunlu su… Tepeler çimen yeşili, çukurlar su yeşili… Yer yer kurbağalar… Tepelerin görünümü, bir golf sahasına benziyor. Bu sulak arazide tuğla harmanları çamur yapmada ihtiyaç duydukları suyu temin etmekte hiç güçlük çekmezdiler.
Tuğla yapımında ilk iş, elenerek taşlardan arındırılmış toprağın çamur yapılıp tahta tuğla kalıplarına dökülmesidir. Kalıplarda suyu bir müddet güneşte buharlaşan çamur halindeki tuğlalar güneşte kızmış kumdan ve yayılmış külden oluşan harmana ızgaralar üstüne kalıplardan ters çevrilerek yatırılırdı ki harman, çamurun suyunu iyice çeksin. Yaş tuğlalar bu harmanın üstünde yayılmış bir vaziyette bir iki gün kalır. Suyunu iyice veren tuğlaların, daha sonra “kafes” denilen istifleme ile rüzgâr ve güneş aldırılarak iyice kuruması sağlanır. “Jenga” da denilen ahşap denge oyunundaki gibi tuğlalar, aralarında boşluk bırakılarak ikişerli ters yüz, üst üste özenle dizilip kule haline getirilir. Aralarındaki boşluktan geçen rüzgâr tuğlaların iyice kurumasını sağlayacaktır. Tuğlalar iki üç gün kafes halinde kalır. Sekiz on tuğla yüksekliğinde, yüzlerce kafes yapılır.
O zaman iri tahta el arabaları vardı. Bu ağır arabaların boşunu bile çamurlu arazide sürmek her babayiğidin harcı değilken bir de el arabasının içinin “yaş tuğlayla” dolu olduğunu düşünün. Tuğlada çalışan delikanlıların nasıl da eli kolu, bileği güçlü olması gerektiğini söylemeye gerek yok. Rüzgâr ve güneşte iyice kuruyan tuğlalar kafesten alınıp bu ahşap el arabalarıyla ocağa getirilir ve sırt üstü değil yan üstü dizilir. Bir sıra tuğla bir sıra kömür tozu… Böylece tuğla ve ateş birlikteliği küçük bir piramit şeklini alırken yer yer havalandırma pencereleri bırakılır ki oralardan hava ve rüzgâr alan kömür sönmesin, hep yansın… Bu tuğla ve kömür yığınının bir köşesinde ocak olurdu, ocakta odunlar… İşte bu ocakta yakılan ateş yılan gibi tuğlalar arasında dolaşır tuğlaları pişirir, kızartırdı. Tuğlanın pişmesi ve sağlam olması için kömürün yavaş yanması gerekliydi. Tuğla ocaklarında hem temini kolay hem fiyatı uygun olması nedeniyle daha çok, Oltu’dan çıkarılan Balkaya kömürü kullanılırdı. Tuğlalar ateşte bir hafta on gün kadar kalır, havalandırma pencerelerinden dumanlar çıkardı. İyice pişen tuğlalar soğuması beklenmeden at arabalara yüklenerek inşaatlara taşınırdı. Sıra sıra tuğla boşaltılırken ateş koridorlarındaki alevler bir lav gibi akardı. Ocağın sönmüş tarafı arabalara yüklenirken diğer tarafı yanmaya devam ederdi. Tuğlalar 18,5 x 8,5 x 5 cm ebadındaydı. O alev ateş tuğlalara kalın meşin eldivenler geçirmeden dokunmak mümkün değildi. Velhasıl yaz sıcağında ateşler içinde çalışmak kolay bir iş değildi.
Harman tuğlasının diğer adı “kara tuğla”ydı. “Ateş tuğla” farklıydı, beyaz topraktan yapılır ve harcına tuz katılırdı. Daha ziyâde şömine ve ocak yapımında kullanılırdı ki bu tuğlalar ateşten etkilenmezdi.
Tuğla ocaklarında kalıcı/yatılı olan işçiler beslenmeleri için öğleleri Ahalı Hacı Mustafa’nın, Moğoz Memmet’in bakkalına gelir çantalarını doldurana kadar alışverişlerini yapardı. Ocakta geçici, günübirlik çalışanlar da barakalarda satılan ekmek, domates, helva, yumurta, zeytin gibi atıştırmalık alıp günü geçiştirirlerdi. Ocağın sabit işçileri meskûn mahale uzak olan harmanlardan alışveriş için bakkallara harmanda çalışan at arabalarıyla gelirdi.
Tuğla ocaklarını işletenler gibi çalışanlar da ekseriyetle Tortumlu ve Narmanlıydı, az da olsa Oltululara da rastlanırdı. Tuğla ocaklarının sahiplerinin çoğu Tortum’un eski adı “Maskor” yenisi “Cihanlı” olan köydendi. Sanayi Mahallesi’nde, Maskorlu tuğlacılardan aklımızda kalanlar şunlardı: Tuğlacı Hasan, Tuğlacı Nevzat Hoca ve oğulları Mustafa ile Erdal, Tuğlacı Yakup Hoca, Tuğlacı Ahmet, Tuğlacı Gani… Ayrıca Narman Lavsor (Kışlaköy) köyünden Celal Bektaş, Hıçovlu (Yukarı Yayla) Aziz Akkuş, Ahalı (Beyler köyü) Memmet Çavuş, Moğoz Memmet, Tekmanlı Zeki, Narmanlı Binali Bulut, Todanlı (Savaşçılar köyü) Nadim Ertaş (babamın amcasının oğlu), Tuğlacı Hamit ve Tuğlacı Hamdi de Sanayi’de bilinen tuğla harmanı işletmecileriydi. Maskorlu tuğlacılar aynı zamanda cami imamıydı ve Sanayi’de Yetimhoca Camii’nde imamlık yapardı çoğu.
Keresteci sitelerinin yeri de Bahçelievler Camii’nin yukarısı da 1970’lere kadar tuğla ocağıydı. 1990’lara kadar Oral Et Entegre tesislerinin arka taraflarında tuğla ocakları vardı.
Sanayi Mahallesi’nde yaşayan gençlerin çoğu harçlıklarını tuğla ocaklarında çalışarak kazanırdı. Sanayi’de akşam işten eve dönerken, günün güneşi, tozu ve yorgunluğunun sıvadığı suratlarında parlayan gözleriyle gençler toprak gibi yosun ve tuğla gibi yanık kokardı…
(Tuğla ocakları hakkındaki detayları bana aktaran, zamanında bu harmanlarda da çalışmış olan Hanifi Alan’a ve amcamın oğlu Erkan Ertaş’a teşekkür ediyorum.)