Bugünü, bugün yaşananları doğru anlamak, adlandırmak düne gitmekle mümkün; akıp giden zamanın ruhuna nüfuz etmekle…
İnsanlar sadece alış veriş içinde olduğu ve ortak hafızanın çerçevesi içinde yerleştirebildiği şeyleri hatırlar, der Halbwach. Şehirlerde ortak hafızanın en mühim unsurlarından biri mahalledir, eski sokaklardır ve hafızanın müşahhas hali olan yapılardır. Cadde, mahalle ve sokak adlarıdır hatırayı yaşatan... Hatırlamak uyanmanın, iyileşmenin işaretidir. Mithat Sancar'ın "Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne" (Geçmişle Hesaplaşma) adlı kitabında harika bir cümlesi vardır: "Bazı dillerde hatırlamak ile uyanmak özdeştir."
Hakikat kriminal incelemenin ardındadır. Biz hatırlamaya, Sanayi Mahallesi’ne doğru Kavak’tan yürümeye devam edelim:
Tren hattını aşıp Sanayi’ye yönelince Sanayi’den “çarşı”ya doğru gelen yayalarla karşılaşıyoruz. Herkes herkesi ezberlemiş gibi birbirini umursamadan yürüyor. Yatağını bulmuş dere gibiyiz. Etrafımızı umursamadan akıp gidiyoruz işte… Ne zaman nereyi geçtik, yolda kimlerle karşılaştık, yanımızdan ne geçti, fark etmiyoruz çoğunlukla… Yol kenarındaki bir toprak yığını, çimen çiçek, bir hurda araç, bir kereste istifi gibi yürüyenler de duranlarla beraber bu yolun doğal manzarası sanki. Yürüyenler kendi içlerinde ne kadar özne ise, ezberlenmiş yol güzergâhı üzerine dizilmiş heykeller gibi dış dünyada bir o kadar nesneleşmişler.
Küçük yaşlarda dikkatimi çeken şeylerden biri de, bu heykellerin kaşlarının çoğunlukla çatık olması… Necip Fazıl’ın “Çatık kaş... Hükûmet dedikleri zât!” mısrasına mı özeniyor bu insanlar? Çatık kaş!.. Bir güç gösterisi mi, “Ağır ol, batman gelesin!” sözünün tevili mi, için dışa yansıması mı yoksa yumuşak başlılığın, korkaklığın, zavallılığın, çekingenliğin, tereddüdün manüple edilmesi mi? Hayatın acımasızlığına, karşılaşılan hücumlara karşı alınan bir gard mı?
Bundan 15 sene evvel gazetedeki köşemde hafif mütebessim fotoğrafım vardı. Birkaç sene o fotoğraf kaldı “İşin Türkçesi” adlı o köşemde... Muhafazakârlığını kartvizit eden bir ağabeyi bir gün eleştirmişti beni. "Sana ağır bir fotoğraf yakışır. Sert görünürsen dava adamı algısı daha iyi oturur üstüne!" Dert deva “algı”. Samimiyet hak getire! Zaten doğal görünümüm sertti, bundan kurtulmaya çalışıyordum. İnsanlara tebessüm etmek, laubalilik, hafiflik sayılıyordu bizim ham ve kaba softada... Poz vere vere de bir şey sanılıyorsun demek ki... Hâlbuki tebessüm sadakaydı.
Sekiz on sene evvel okuduğum kitapta (Abderalılar-Christoph Martin Wieland) bu durumu binlerce sene evvel nasıl tespit etmiş yazar. İnsan, aynı insan:
"Bu adam, (kendisi gibilerde çok sık görüldüğü gibi) çatık kaşlılığın, asık suratın ve son derece soğuk ve resmi davranışın, halk yığınları arasında bilge ve kusursuz biri sayılmak için şaşmaz bir yol olduğunu keşfetmişti… Zaten doğuştan sirke satar gibi ekşi suratlı olduğundan, birçok kişide geri zekâlılığın ve edep, terbiye bakımından yontulmamışlığın ifadesinden başka bir şey olmayan o ‘ağır ve oturaklı’ havasına bürünmekte hiç de güçlük çekmemişti.”
Ayrıca, hudut şehrinin her türlü sıkıntısını çeken insanının uzaktan çatık kaşlı olması doğal da karşılanmalıdır. Merkeze uzak olmak, sık sık işgale uğramak, muhacirlik, çetin kış şartları, tüm bunlardan dolayı yoksulluk ve sivil nüfus kadar cadde ve sokaklarında askerî nüfusun yoğun olması… Eski Erzurum’da devlet demek “asker” demek. Tabiatıyla sivil içerisinde de gücün, otoritenin temsili sert ve çatık kaş görünmek… Asker gibi, hükûmet gibi…
Ergenlik sivilceleri çıkmaya başlayan delikanlılar, yolda yürürken henüz oturmamış, kulakları tırmalayan yüksek ses tonlarıyla, kartal kanat kolları ve çatık kaşlarıyla kendilerince çevreye “ağır abi pozları” dağıtırken esasında büyüdüklerinin fark edilmesini murat ederlerdi. Halk dilinde erkek çocukların bu delişmen zamanına “mozik zamanı” da denirdi.
Hafta içi dükkânlarımıza şehir dışından, meselâ Samsun’dan kireç, Tokat Erbaa’dan tuğla gelmişse okula gitmeyip babama yardıma dükkâna gittiğimiz olurdu. Hafta içi sabah Sanayi’ye yürümek Sanayi Mahallesi’ndeki arkadaşların hepsini ceketli ve kravatlı görmek demek. Yoksulluğun kanıksana kanıksana artık fark edilmediği, ancak dışarıdan bakan gözün tespit edebileceği, okul dışı kıyafetleri birbirine benzeyen, giyinmekten ziyade örtünmek hissi veren, zevkten ziyade ihtiyaca binaen giyilmiş elbiselerle görmeye alıştığım yaşıtlarımın ceketli ve kravatlı grup grup, öbek öbek Sanayi’den yukarı yürüyüşleri… O vakitler ortaokul ve liselerde Anadolu Lisesi dışında tek tip kıyafet zorunluluğu olan okul yoktu. (Nasıl da heveslenirdim Anadolu Lisesi öğrencilerine. Lacivert ceket, gri pantolon, beyaz gömlek, lacivert kravat. Bende biz halk o öğrenciler bürokrat hissi, kompleksi..)Dolayısıyla Sanayi’den sivil giyimiyle bedeni bütünleşmiş arkadaşlarımın bir şekilde bir araya getirilmiş hissi veren, renk ve model uyumu diye bir şeyin hayatımızda fazla olmadığı dönemde gömlek, kravat, ceket, pantolonları o kadar birbirinden farklıydı ki sanki arkadaşlarım ilk defa gördüğüm birer yabancıydı.
Şehrin dışında olmak ve egemenliğini tüm ağırlığıyla hissettiren yoksulluk kültürü Sanayi Mahallesi’nde insanların birbirine dayanışmasını artırmıştı. Bu dayanışma, günlük hayatın her alanında olduğu gibi kıyafet alış verişinde de öyleydi. Komşu komşunun kıyafetini ödünç giyebilirdi veya kendi çocuğunun kıyafetini çocuğu büyüyünce komşu çocuğa verebilirdi. Şehrin diğer kenar mahallelerinde olduğu gibi yoksulluk kültürü koca bir mahalleyi bir aile yapar.
Sanayi’nin çocuklarının ve gençlerinin çoğu 50. Yıl Ortaokulu ve Cumhuriyet Lisesi olmak üzere şehrin diğer okullarına yürüyerek giderdi, Sanayi’nin kışın ayazdan, yazın güneşten yanmış kara yağız çocukları, gençleri… Sanayi Mahallesi’nden Erzurum İmam Hatip Lisesi’ne veya Erzurum Lisesi’ne yürüyen bir öğrenci gidiş geliş yaklaşık 14 km yol yürümüş olurdu, hafta içi her gün ve yaz kış, 1970’ler 80’ler…
Çatık kaşlı büyüklerin aksine, ellerinde okul valizleri olan öğrenciler hem hızlı yürürlerdi hem güle oynaya… Kâh seğirterek kâh birbirlerini kovalayarak kâh ayaklarını sürüterek… Bir tanıdık at arabasına denk gelenler şanslıydı. İşi gereği çarşıya (şehir merkezine) giden nakliyeci at arabaları, dönemin okul servisleriydi, aynı zamanda.
Sanayili öğrenciler okula giderken Endüstri Caddesi’ni kullanırlardı. Köprünün üstü hem dik rampa hem tenha hem araçların bu yolda daha süratli olması nedeniyle öğrenciler ve yayalar tarafından pek tercih edilmezdi. Bu yolda daha evvel birkaç kanlı kaza olmuş ki -Adem Karaman’dan duymuştum- anneler çocuklarının o yolu kullanmaması için sıkı sıkı tembihlermiş, o yolun adına “kanlı yol” diyerek.
Sanayili çocuklar tüm taşra çocukları gibi şehir merkezindeki okullara sadece öğretim görmeye gitmiyorlardı, kendilerine yabancı hayatı da öğreniyorlardı, çarşıdan, caddeden, diğer insanlardan... Hayatı kenardan izleyen insanların evlatları okula gittiklerinde şehrin başka mahallelerinden gelen sınıf arkadaşlarından yadırgayacakları, direniş gösterecekleri veya özümseyecekleri, kendi inşalarında yararlanacakları görüş, tutum ve davranışları ayıklıyorlardı içten içe… Öğrenimleri okuldan eğitimleri taşra ile şehir arasındaki gidiş gelişlerden… Böylelikle, ailenin veya mahallenin biçimlendirdiği düşünce kalıplarını ve değer ezberlerini besliyorlar, yer yer sorguluyorlardı. Böyle değil midir tüm insanların, insanlığın hikâyesi?
1980’lerin başında tren hattından aşağı inerken yolun her iki tarafında ve bilhassa sol tarafta, (köprünün tarafında) yüz, yüz elli metre kadar boşluk vardı. Bu sahaya hafriyat dökülürdü.
Yürürken gördüm, tuğla ocaklarının yerine sitelerin inşa edilişini… Yürüyüşümüz devam edecek…