Tüm menzillere birbirinden farklı yollarla ulaşmak mümkün olduğu gibi Sanayi Mahallesi’ne de tren hattının üstünden, Sanayi köprüsünün üzerinden gitmek mümkündü. Eskilerin “Poşa Mahallesi”, dolmuşçuların (Aziziye İlkokulu’ndan mülhem) “Aziziye Durağı” dediği mevkiden (eskiden Şükrü’nün Hanları’nın, şimdi oto lastikçilerin olduğu yer) Sanayi’ye yürümek… 1980’lerin başında yeni yeni modernize edilen 50. Yıl kavşağını solunuza alıp Aziziye İlkokulu’nun (bugünkü Cumhuriyet Meslekî ve Teknik Anadolu Lisesi’nin) bahçe duvarına sağınızı vererek yaya yoğunluğu alt yola göre daha az, ıssız, tenha bir güzergâh takip ederdiniz.
50.Yıl kavşağını karşıya geçildiğinde, her hafta pazar günü tüm şehrin toplandığı, davul zurnaların çalıp, yiğitlerin bar tuttuğu ve bir toy, bir şenlik havasında geçen cirit müsabakalarının yapıldığı ve bizim de top sahası olarak kullandığımız sahaya inilirdi. Cirit oynandığı gün Sanayi’den, Kavak’tan, Gölbaşı’ndan, şehrin muhtelif yerlerinden seyyar satıcılar, çocuk satıcılar doğal tribün olan dik toprak yamaca sığınmış kalabalığa lahmacun, limonata, pasta, simit, halka tatlı, soğuk su, sımışka (çekirdek), kıyma dürüm, köfte ekmek, haşlanmış yumurta dürüm vb. şeyler satmaya gelirlerdi. Bu toprak dik yamaç Kavakkapı’yla geçilirdi 1970’lerde ve evvelinde… Bu toprak yamaçlar Osmanlının Rus saldırılarına karşı şehrin etrafına insan gücüyle yaptıkları toprak surlardı ve “devre-i muttasıl” denirdi bu surlara… Muttasıl “bitişik, aralıksız” demek... Devre-i muttasıl, şehrin etrafını aralıksız çeviren toprak surlar… Bu surlar sayesinde 20. yüzyılda şehre ancak İstanbulkapı’dan, Kavakkapı’dan, Harputkapı’dan, Karskapı’dan ve Yenikapı’dan girilebilirdi. Cumhuriyetin ikinci yarısında sur dışına kurulan mahallelerden biri de Sanayi Mahallesi’dir, daha sonra Şükrüpaşa…
1980’lerin başında Kavak Mahalleli olarak bildiğimiz ve okul alışverişlerini yaptığımız en zengin kırtasiye Kongre Caddesi’nde, (bugün Özel İdare İş Merkezi olarak bilinen pasajın tam karşısı) Gez Oteli’nin aradaki “Özbek Kırtasiyesi”ydi. İçerdeki kâğıt ve mürekkep kokusu beni büyülerdi, hiç çıkmak istemezdim kırtasiyeden.
1982’de Aziziye İlkokulu’nun 50. Yıl kavşağı tarafında, mütevazı bir dükkânda, öğretmenlik mesleğinden gelen Şevket Demir “Bilgi Kitap Kırtasiye”yi açtı. Aziziye İlkokulu’nun duvarından atlar teneffüslerde bile kalem, kalemtıraş, silgi, karton, hokka kalem, sınıf süsleri, kâğıt bayrak vb acil ihtiyaçlar için bu kırtasiyeye giderdik. Bizim için iyi olmuştu. Daha sonra Bilgi Kırtasiye büyüdü, büyüdü ve bölgenin en önemli kitap ve kırtasiye tedarikçisi, bayisi ve dağıtıcısı oldu. Aynı kol/yol üzerinde az ileride, tam kömür tevziye inen rampanın başında da Mehmet Kıldıroğlu’nun sahibi olduğu “Aşiyan-3 Kırtasiyesi” vardı. Cumhuriyet Lisesi’nin kapısının karşısında. Cumhuriyet Lisesi’nin kapısı o vakitler Tortumyolu’na direkt açılırdı.
“Aşiyan - 3 Kırtasiyesi” esasında Çifte Minareli Medrese’nin arkasındaki Aşiyan Kitapçısı’nın da sahibi Kastamonu Taşköprülü Naci Güven’inmiş. Bir Aşiyan Kitapçısı da Çaykara Caddesi’nde vardı, sahibi farklı. Aşiyan-3’ü de Naci Bey işletmekteyken hemşehrisi (Kastamonu Tosya’dan) Mehmet Kıldıroğlu’na devretmiş. Kıldıroğlu 1988-1993 tarihlerinde Atatürk Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı’nda öğrenciyken kırtasiyeyi devralıp ortağı Abdulkadir Turan ile birlikte “Mina” dergisini çıkarmaya başlar. Abdulkadir Turan derginin isim babası... Yaklaşık 30 sayı çıkan “Mina” dergisi Erzurum’un kültür ve edebiyatında önemli yere sahip. 1988’in sonunda ilk sayısı çıkan dergi dört sene boyunca yayın hayatına devam eder ve o dönem şehrin en değerli şairlerini, fikir ve kültür adamlarını, akademisyenlerini yazar kadrosunda barındırır. Dergide Orhan Okay, Hakan Hadi Kadıoğlu, Dursunali Erzincanlı, Talat Uzunyaylalı, Abdülkadir Turan, Hasan Ali Kasır, Nurullah Genç, Feridun Alper, Saim Sakaoğlu, Ali Kurt, Yaşar Bayar, Mustafa Kök, Sıtkı Aras, Fatih Sezgin, Nazir Akalın, Nusret Çam, Kemalettin Yiğiter, Yılmaz Güneş, Yılmaz Kuşkay, Orhan Ceylan, Tayyip Atmaca, Mehmet Emin Alper gibi isimler yazıları, çizimleri ve şiirleriyle yer alır. Bestekâr, şair ve yazar yani her haliyle kültür adamı olan dostum Halit Yıldırım (o tarihlerde Atatürk Üniversitesi’nde talebeymiş) anlatmıştı. Türkiye geneli birçok dergide yazı ve şiirleri yayımlanırken birkaç defa Mina dergisine bizzat gitmesine rağmen dergide eserlerini yayımlatamamış. Seçicilikten mi derginin her sayfasının bir yazara tahsis edilmesinden mi, bilemem ama Mina böyle itibarlı bir dergiydi.
Aziziye İlkokulu’nun bahçe duvarını sağınıza alıp köprüye doğru yürüdüğünüzde 50-60 metrekareye oturtulmuş bir iki katlı müstakil evlerin önünden Cumhuriyet Lisesi’ne varırdınız. O evler ile 50.Yıl Ortaokulunun bahçe duvarı arasından yaklaşık üç metre genişliğinde 1,5 metre derinliğinde bir kanaldan şehrin kanalizasyonu geçerdi ve üstü açıktı. Aziziye İlkokulu, 50.Yıl Ortaokulu ve Cumhuriyet Lisesi öğrencileri her gün bu mikrop yuvası ve pis kokulu kanalın yanından geçmek durumundaydılar. Bazen okul bahçesini aşan futbol topları bu pis dereye düşerdi ve çocuklar bu vesileyle dereye inerdi. Derede iri iri fareler vardı. 1980’lerin ortasında bu derenin üstü betonla kapatıldı. Kanalizasyon atıklarının karışık olduğu bu dere köprünün altından karşıya geçer, Tortum yoluna paralel devam eder, (o zamanlar bostanların olduğu) şimdiki Şükrüpaşa arazisine dağılırdı.
Köprünün altı dere, köprünün altı tren yolu, bölünmüş karayolu, köprünün altı kömür tevzi… Köprünün üzeri ise biz çocuklar için seyir terasıydı. Biz köprünün üzerindeyken alttan geçecek bir trene rastlamak muazzamdı. Tren vagonlarına tükürmek bir zevkti bizim için veya elimizdeki bir çalıyı yük vagonuna denk gelecek şekilde atabilmek aşağıya. Bazen hayal ederdim, köprüden aşağıdaki vagonlara atlayabilir miyiz, diye… Ee az kovboy filmi izlemedik! Köprünün altından eski Tortum karayolu da (Sanayi çarşısının içinden geçen yol) geçerdi ki 1980’lerin ortasında yapılan ek köprüyle hem köprünün üstü hem altı çift yönlü karayolu olmuştu. Sanayi yolunda yorulduğumuzda köprünün üstünde mola verir, yer yer Gaziler ve Şehitler Mahallesi’ni izler, o mahallelerde gidip geldiğimiz akraba ve dostların evlerini uzaktan bulmaya çalışırdık. Bu da ürettiğimiz oyunlardan bir oyundu işte.
Köprünün altı her iki taraf birer futbol sahası büyüklüğündeydi ve kömür tevziye aitti. Şehirde 1980 öncesi, birkaç devlet binası, lojmanları ile zenginlerin oturduğu birkaç apartman dışında kalorifer sistemine geçmiş bina yoktu. Meselâ; ilkokuldayken okulumuzun duvar gazetesini okul idaresi bana hazırlatırdı. 1983’te yazdığım son haber “Aziziye İlkokulu gelecek yıl kalorifer sistemine geçiyor” idi. Ondan evvel her sınıfta soba vardı. Hizmetliler bazen ders ortasında sobanın külünü alıyordu. Soba tütmüşse bizi sınıftan çıkarıyorlardı. Bizim gibi afacanlar yanan sobanın etrafında azıp kuduruyor, beraberinde birçok kaza yaşanıyordu. İlkokulda odun kömür kokan ve soba borularından zift damlayan sınıflarda her birimiz hisli paslı birer kış çiçeğiydik.
Evler kepek, odun ve kömürle emaye, döküm veya teneke sobalarla ısınırdı. Erzurum’da kış hazırlığı başlı başına bir çileydi. Kış girmeden odununu, kömürünü, çuval çuval patatesini ve soğanını, lahanalarını, tulum (tuluh) peynirini ve bir çinko yağını alanın kışı paşa paşa geçerdi. Kış alışverişinin en zoru kömürdü. Şehrin muhtelif yerlerinde kömürcüler vardı; ama bunlar hisi külü çok, kalorisi düşük Balkaya, Cizre, Gıriple (Krible), Tunçbilek, Aşkale, Briket (yumurta) vb kömür satardılar. Gıriple kömürden her sene DDY çalışanlarına birer ton bedava verirlerdi. Evlerin, apartmanların bahçesinde, bodrumunda veya çatı katında her dairenin ayrı kömürlüğü olurdu. Adı kömürlüktü ama odun, kepek veya diğer yakacaklar da buraya istiflenirdi.
Kalorisi yüksek (7.000, 7.500 kalori) kömür Zonguldak’tan gelen “kok” kömürüydü. Fukaranın evine kok kömürü girmezdi. Kok kömürü karne ile satılırdı. 1980 öncesi evin nüfusu ve metrekaresine göre muhtarların beyanı ve onayıyla alınan karnelerle Hastaneler Caddesi’nde, eski Numune Hastanesi acilinin karşısında kömür tevzinin irtibat ofisine parayı yatırıp hakkınız olan yarım ton veya bir ton kömürü karneye işletip Sanayi kavşağındaki kömür tevziye gidip sıra fişinizi kestirip kömürünüzü alabiliyordunuz. Sabah namazıyla, günün ayazında gidip itiş kakış sıraya girmek, tozsuz tarafından almak için kürekçileri ve at arabacıları bir sigarayla veya sigara parasıyla görmek, kömür yüklü at arabasının kantara çıkması ve eve dönüş... Kömür tevzide dışarıdan bakınca herkes gergindi ve herkes herkesle bağırarak konuşurdu! Arabacısı, bekçisi, memuru, işçisi, sıra bekleyen vatandaşı, kürekçisi…
Arabacı şehir yukarı atını sürerken at arabası üzerinde oturan insanımız kömür yüklü arabayla sokağına muzaffer edasıyla girerdi. Üzerine sarsıla sarsıla oturduğu kömür yüklü atlı arabadaki forsu, tahtırevana kurulmuş Hint Racalarda yoktu. Evet, öyleydi kış gelmeden evine “kok” kömürü alabilenin havası. Kömür kıtlığı varsa veya tevzide kömür tükendiyse parasını yatırmış olsanız da bir hafta on gün kömürün gelmesini beklerdiniz (Öyle zaman olurdu ki bazılarımıza kok kömürü sırası zemheride ancak gelirdi.) ki o zaman tevzi önünde canhıraş bir mücadele, kavga, gürültü eksik olmazdı.
Kömürde çalışan at arabacılar oldukça tevzinin müdüründen daha eke, daha erkli, daha havalıydı. Kömürde çalışan at arabacılar ekseriyetle Kânlı (Dadaşköy), Şıhköylü, Çiftlikli veya Tufançlıydı (Güzelova). Burada çalışan atlar çok güçlü olmak zorundaydı. Palandöken eteklerine tutunmuş şehrin alt başında bulunan tevziden bir ton kömürü şehre yukarı taşımak kolay değildi elbet. Çift at koşulan kömür arabalarının kasası odundan değil sacdandı, kasa kapakları diğer arabalara göre derin ve mavi boyalıydı. Kasanın kapaklarına (plaka gibi) arabanın numarası beyaz renkte büyükçe yazılırdı. Yaz kış şehrin tüm yükünü çeken “at”lar ayrı bir bahiste ele alınmalıdır.
Kömür demişken kömür hırsızlarından bahsetmemek olmaz! Sabah boşaltılmak üzere kömür tevziye akşamdan yanaşan vagonların sırtından kömürü çuvallara doldurup götüreni mi dersiniz, tren geçerken raylara küçük taşlar koyup vagonun sarsılmasıyla dökülen kömürleri toplayanları mı? Kömür tevzi ve istasyon civarında polisiye tedbirler alınır, bekçi sayısı artırılırdı ama demişler ya “Hırsıza beyler borçlu” ne fayda! Bazı kahvehaneler ve esnaf kok kömürü yakmasıyla kendilerini ele verirlerdi. Esasında herkes bilirdi kömür hırsızlarının kimler olduğunu; lâkin onlarla baş etmek güçtü, yılmazdılar, bin türlü hileleri vardı. Çaldıkları kömürü gizlice satıp ticaret yapanlar olurdu. Kömür yüklü at arabasının arkasından kömür sıyırıp çalanlar da az değildi. Bir de Sanayi Mahallesi’nin en aşağısında Kömür Fabrikası vardı. Kömür tozunu sıkıştırarak yumurta biçimine getiriyordu. Halk yumurta kömür diyordu bu briket kömürüne. O fabrikadan damperleri tepeleme kömür dolu kamyonlar geçerken Sanayi’nin alt başını mesken edinmiş ve mahallelinin “çingen” dediği kimseler kamyon çakır çukur, kasisli yoldan geçerken dökülen kömürleri toplar ya yakar ya satardılar. Yol düzgünse ve kamyon geçerken sarsılmayacaksa yola odun parçaları, taşlar koyarlardı kamyonun damperi silkelenir ve bir at arabası miktarınca kömür dökülürdü yola, kömür hırsızları toplardı.
(Sanayi’ye yürüyüşümüz devam edecek)